Yazmamak konusunda
öylesine kararlıydım ki aslında.. yazacak bir şey kalmadı, söylenecek her söz
söylendi, anlatılacak bir hikayemiz yok..
Ursula K. Le. Guin,
En Uzak Sahil’de, ölümsüzlüğü ararken aklını kaybeden, tüm varlıklarını, ve
hatta kendilerini var eden isimlerini dahi feda eden insanları anlatmıştı. Geri
dönüşü olmayan dehlizlerde, vadilerde, deniz ile kara arası, ne deniz ne kara
gerçekliğine sahip öte dünyadaki düşmanla savaşıyordu Ged. Savaşın bir bedeli
olacaktı. Doğuştan sahip olduğu tüm büyü gücünü kaybetmek pahasına düşmanın
peşini bırakmamıştı kahramanımız. Kendi karanlığı tarafından yutulan Kuğu,
aslında tüm kaybedilen savaşların bedelleriyle sonsuzluğa sahip olduğunu
söylemişti ona. “Yıldızlı gökyüzünün ardında” , kendi imparatorluğunu kuracak,
yaşam ile ölüm arasındaki kayıp zamana hükmedecekti.
Okurken, vaat
edilen toprakların ayaklarımızı, bileklerimizi, etimizi kesen kayalarına
çarptığımı hissetmiştim.
Bir ölümsüzlük,
bir sonsuzluk sıkıntısı. Niye ?
Ged, Selidor’da savaşı kazanmış, Kuğu’yu gerçek sonsuzluğuna
kavuşturmuştu. Kalessin’in sırtında Çorak Topraklar’ı terk ederken artık bir
büyücü değildi (bu bir bedeldi...)
Kuğu’nun açtığı
ve sonrasında kendini yuttuğu delik kapanmıştı.
Aslında tüm
gerçekliğimiz bu. Kendimizi yutan delikler açıyoruz. Kendimizi yutan deliklerde
savaşıyoruz. Kendimizi yutan deliklere biat ediyoruz, tapınıyoruz.
Kendimizi, kendi
öz varlığımızı kaybetmek pahasına o deliklere bırakıyoruz kendimizi. Savaş da
orda, sulh da..
Yaşamla ölüm gibi…
garip...