tırınımmm

25 Temmuz 2014 Cuma

8

hiçbir şey değilim.
hiçbir şey de olmayacağım.
bir şey olmayı istemem.
ancak, dünyanın bütün düşleri var bende...

odamın pencereleri,
kimsenin kim olduğunu bilmediği, milyonlarca
kişiden birinin odasının
(tut ki tanıyorlar, odamı ne bilsinler...)
devamlı insanların gelip geçtiği bir caddenin
gizemine açılıyorsunuz,
bütün düşüncelere sapa kalan bir caddeye,
gerçek, imkansızca gerçek;
kesin, bilinmezcesine kesin
varlıkların ve kayaların altındaki şeylerin gizemiyle,
duvarları rutubetlendirip insanların saçlarına aklar düşüren ölümle,
hiçlik yolunda her şeyin katarını süren kaderle.
gerçeği öğrenmiş gibi yıkıldım bugün.
ölmek üzereymiş gibi aydınlandım bugün.
ve bu eve,
caddenin bu yanına dönmek üzere el sallamaktan daha fazla bir yakınlık duymamıştım eşyalara.

bu bina ve caddenin bu yanı,
sıra sıra vagon olur,
kalkış düdüğüyle
kafamın içinde döne döne,
ve bu gidiş sinirlerimi gerer, çıtırdatır kemiklerimi.
bugün şaşkınım, düşünmüş taşınmış ve unutmuş biri gibi.
caddenin karşısındaki tütüncü dükkanının dış gerçekliği
ve her şeyin bir rüya olduğuna dair hislerimin
iç gerçekliğiyle duyduğum sadakat arasında kaldım bugün.
çuvalladım her şeyde.
hedefsiz olduğum için, belki de, hiçliğe yuvarlandım,
evin arka camından kaçarak fırlatıp attım
bana sundukları eğitimi.
kırlara çıktım da büyük umutlarla:
bütün bulduğum çimenler ve ağaçlardı,
insanlarsa diğerleriyle aynı.
gerisin geri camdan içeri girdim, bir sandalyeye oturdum.
ne düşünmeliydim?
ne olduğumu bilmeyen ben, ne olacağımı nereden bilirim?
düşündüğüm olmak mı?
ama ben çok şey olmayı düşünüyorum!
aynı şey olmayı düşünen öyle çok kişi var ki,
hepimiz birden olamayız.

dahi mi?!
şu anda yüz binlerce beyin, benim gibi,
bir dahi olduğunu hayal ediyor,
ve muhtemelen tarih birini bile kaydetmeyecek.
hayali fetihleri bir gübre yığınından başka bir şey
olmayacak.

hayır, kendime inanmıyorum.
bütün tımarhaneler kesin yargı sahibi delilerle dolu!
ya ben?
hiçbir kesin yargısı olmayan, onlardan daha mı az, daha mı çok haklıyım?
hayır, ben bile...

şu anda kaç tavan arasında veya başka katında
dünyanın,
hayal kuran, kendisi olduğuna inanmış ne dahiler var, bilsen!
nice kibirli, soylu ve pırıltılı hedefler var ki
-evet, gerçekten kibirli, soylu ve pırıltılı
ve belki de ulaşılabilir-
bir nebze olsun gerçek gün ışığı göremeyecek ve
onlara
kulak verecek birini bulamayacaklar.
onu fethetmeye doğanlar içindir dünya,
haklı olsalar bile fethetmeyi hayal edenler için değil.

napalyon'dan daha fazlasını yaptım düşlerimde.
isa'dan daha fazla insanlık sığdırdım fani göğsüme.
kant'ın bir kere olsun kaleme almadığı felsefeler kurdum gizlice.

ne var ki ben tavan arasındaki adamım ve belki de
hep böyle olacağım;
ben hep kerameti kendinde biri olacağım;
ben hep kapısız duvarların kapılarının yüzüne kapanmasını bekleyen biri olacağım,
sonsuzluğun şarkısını bir tavuk kümesinde çığıran ve tanrı'nın sesini kapatılmış bir kuyuda duyan..

bana güvenmek mi? aman, hayır, kalsın orda.
savur doğa ateşler içindeki başıma
güneşini, yağmurunu, saçıma dolanan rüzgarını,

geriye kalanlar da gelsin gelirse; gelmeleri gerekiyorsa,
veyahut gelmesinler.
yıldızların hasta kalpli kökleri,
bir an önce kalkalım da yataklarımızdan
fethedelim bütün dünyayı,
uyanalım ki belirsizdir o,
kalkalım ki yabancıdır o,
terk edelim evi ki bütün yeryüzüdür o,
dahası güneş sistemi,samanyolu ve sonsuzluk.
(çikolata ye, küçük kız;
çikolata ye!

gör, şu dünyada daha farklı bir metafizik yok
çikolatadan başka.
gör, bütün dinlerin öğrettikleri de farklı değil
şekerci dükkanının öğrettiklerinden.
ye, küçük pasaklı, ye!
böyle hakikatli çikolata yiyebilir miyim ben de
senin gibi?
ama düşünüyorum da, gümüş kağıdı kaldırdığımda kalay yaprağı sadece geriye kalan.

her şeyi atıyorum yere, tıpkı hayatımı attığım
gibi.)
ama en azından bir acı kalıyor geriye o olmayacağım şeyden,
hızlı kaligrafisi bu dizelerin,
imkansız adına yıkık sütunlar.
en azından gözyaşsız bir aşağılama hediye ediyorum kendime,
en azından soylu olan kol hareketleriyle attığım gibi varlığım olan kirli çamaşırları,
liste yok,
devam ediyor nesnelerin seyri,
gömleksiz kalıyorum evde.

(sen, avutucu olan,
var olmayan ve bundan dolayı avutucu olan,
yunan tanrıçası, yaşayan bir heykel gibi
yontulmuş.)

sen, düşünülmeyecek kadar soylu ve çaresiz
roma vatandaşı,
sen, gezgin şarkıcıların tanrıçası, parlıyor güzelliğin önünde,
sen, onsekizinci yüzyılın markizi, dekolte giysiler içinde ve uzaklarda,
babamızın zamanından kalma anlı şanlı sokak kadını,
modern bir şey belki de -bilmiyorum nesin-,
olan biten hepsi bu, sensin ilham verdikçe verecek!

kalbim boşaltılmış bir çöp kutusu..

insanlar nasıl yalvar yakar olurlarsa ruhlara, yalvarıyorum öyle ben de kendime
ve bulamıyorum hiçbir şey.
pencerenin önüne gidiyorum ve görüyorum caddeyi bir mutlak açıklık gibi.
görüyorum dükkanları,
görüyorum kaldırımları,
görüyorum geçip giden arabaları,
görüyorum karşıdan karşıya geçen giysili canlı varlıkları,
görüyorum herkes gibi var olan köpekleri de,
ve bütün bunlar yük oluyor omuzlarıma bir sürgün hükmü gibi,
yabancıdır hepsi, her eşya gibi.

yaşadım, okudum, sevdim ve hatta inandım,
ne var ki bugün kıskanıyorum her dilenciyi o ben olmadığı için.
görüyorum her bir paçavrasını, yaraları ve yalanı,
görüyorum da kendime bakıyorum bir:
belki de
sen hiç yaşamadın,
hiç okumadın,
hiç sevmedin, hiç inanmadın.
(çünkü gerçekte her şeyi yapmak mümkün
olabilir de olmayabilir de.)
belki de sen sadece kuyruğu koparılan bir kertenkele gibi var oldun,
kertenkeleden ayrı bir kuyruk olarak sürünüp duran.
yarattım kendimden hiç bilmeden iyiyi,
ne yapabilirdim kendimden, olmayandan.
yanlış kılıklara büründüm bir zamanlar,
hemen olmadığım biri sandım kendimi
ve bir şey diyemedim, kayboldum.
maskeyi çıkaracağım anda ise yüzüme yapışmıştı o.
çıkarıp da aynada gördüğümde kendimi
zaten yaşlanmıştım.
sarhoştum, sökemediğim kılığımı nasıl giydiğimi
bilmek de istemiyordum artık.
maskeyi fırlatıp
helada sızdım.
sahibinin şımarttığı bir it gibi.
böylesi daha zararsızdı,
ve ne asil olduğumu kanıtlayacak bu hikayeyi
yazacaktım,
nafile dizelerimin müzikal cevheri
caddenin karşısındaki Tütüncü Dükkanı'ndan bakmak yerine
sadece kendi yarattığım bir şey gibi size bakabildiğimdendir,
var olmanın bilinçliliğini ezdiğimde,
ayyaşın tökezlediği halı
ya da çingenelerin çaldığı beş para etmez bir paspas gibi.
ama işte Tütüncü Dükkanının sahibi kapıya çıktı
öylece duruyor.
cansıkıcı bir boyun eğmişlikle bakarım ona,
yarı yarıya ulaşılmaz bir ruhun sıkıntısıyla birlikte.
o da ölecek, ben de öleceğim...
o tabelasını bırakacak geride, bense şiirlerimi,
nihayetinde onun da izi kalmayacak, benim şiirlerimin de.
bunu belirleyen cadde de ölecek en nihayetinde,
neticede şiirlerimi yazdığım dilde.
ardından bu dolanıp duran gezegen de,
bütün bunların hepsi olduktan sonra ölecek!
diğer güneş sistemlerindeki başka gezegenlerde,
bize benzer bir şeyler,
şiir gibi bir şeyler yazmaya,
tabela gibi bir şeyin altında hayata devam edecekler.
mutlaka biri diğeriyle karşılaşır.
daima bir şey diğeri kadar yararsızdır elbette.
imkansız, gerçeklik kadar aptalcadır.
daima iç gizem, yüzeyde uyuyan gizemlilik kadar gerçektir.
mutlaka bu ya da daima o
ya da ne biri ne de diğeri.
ama Tütüncü Dükkanı'na adamın biri girmiştir
(tütün almaya mı?)
ve makul gerçeklik aniden çarpar beni,
sandalyemden şöyle bir doğrulurum -enerjik, kati, insanca-
ve bu dizeleri, aksini söylesem de, yazmaya...
bir sigara yakarım onları yazmayı düşünürken
ve o sigarada, bütün o düşündüklerimin
özgürlüğünün tadını alırım.
gözlerim dumanı izler
kendi izimmiş gibi.
ve zevklenirim o hassas ve en uygun anda
tüm düşüncelerden kurtuluş
ve tam hissedilemeyenlerin metafizik uyanıklığıyla.
şöyle bir kaykılırım sandalyede, tüttürmeyi sürdürerek.
kader izin verdiği sürece
tüttürmeye devam edeceğim.

(şu benim çamaşırcı olan kadının kızıyla
evlenseydim, belki mutlu olacaktım.)

sandalyeden kalkar, pencereye giderim.
adam Tütüncü Dükkanı'ndan çıkmıştır

(bozuklukları mı cebine koymaktadır?)

hah, tanıdım onu: hiç de metafizik olmayan Esteves bu.

(tütüncü kapıya çıkmıştır.)

ilahi bir dürtü altındaymışcasına
Esteves döner ve beni görür,
bir selam sarkıtır,
ben de "Merhaba Esteves diye bağırırım
ve evren,
ümitlerin, ideallerin olmadığı yerine çekilir

ve Tütüncü gülümser.


Fernando PESSOA -Alvaro De CAMPOS imzasıyla.-

çeviri: Adnan ÖZER

23 Temmuz 2014 Çarşamba

7

..
Son diktiğim menekşelerim de çiçek açtı! Tek bir yapraktan dünyanın en güzel tomurcuklarını yaratabilmek nasıl bir beceridir, nasıl bir mucizedir tanrım, aferin sana! Hemen arkamda, sırtımı dönsem morluklarıyla yüzleşeceğim bir menekşe bahçesine sahibim en azından. 
Bu iyi bi’ şey..

Anne Sullivan bugün gelse,  tüm zihnimi sıfırlayıp, “gel kardeşim, sana dünyayı yeniden öğreteceğim, baştan, her şeyi en baştan öğreneceksin” dese bana, önce menekşeleri öğrenmek isterim.. menekşenin rengini, yaprağının dokusunu, “menekşenin sevincini”.. Helen’a “su” yu öğretişindeki sabırla öğretse bana dünyayı yeniden, menekşeyi öğretse önce en sabırlı haliyle.. 

Suda köklenmesi için bekleyen iki menekşe yaprağım daha var. sanıyorum önümüzdeki ay onları da toprağa teslim edeceğim. bordo/beyaz hareli, pek yakışıklı, pek afili bir hanımefendi olacaklar, biliyorum. beklemek, sabırla beklemek gerekiyor ama dipten gelecek ilk yaprağı görmenin heyecanı bile bu bekleyişe değer.. hem zaten, alışığız beklemeye. en azından bir menekşe, sen onu sevdikçe gitmez, çiçek verir, çiçek verir...

11 Temmuz 2014 Cuma

6

“yanlış bir varsayımdan yola çıkarak istediğiniz şeyi ispat edebilirsiniz” diyor bertrand russell..

bertrand russell: br,
arkadaşı: a

br: eğer bir yanlıştan yola çıkarsan, istediğin her şeyi kolayca ispatlayabilirsin.
a: nasıl yani. olur mu öyle şey ?
br: denemeye ne dersin?
a: 1=0 'i doğru kabul edebilirsin. bana kendinin papa olduğunu kanıtlamanı istiyorum.
br: 1=0 ise eşitliğin her iki tarafına 1 ekliyorum. 2=1 olur.
a: doğru.
br: varsayalım ki ben ve papa bir otomobile biniyoruz. arabada kaç kişi var?
a: 2 kişi var.
br: 2=1 olduğuna göre arabada 1 kişi vardır da diyebilir miyiz?
a: evet
br: ben arabada mıyım?
a: evet
br: papa arabada mı?
a: evet
br: arabada kaç kişi var?
a: 1 kişi var.
br: o zaman ben papa'yım...

ben de papa'yım!

8 Temmuz 2014 Salı

5

...

mavi yaz akşamlarında, özgür, gezeceğim,
ayaklarımın altında nemli, serin kırlar,
başakları devşirip otları ezeceğim,
yıkayıp arıtacak çıplak başımı rüzgar.

ne bir söz, ne düşünce, yalnız bitmeyen bir düş
ve yüreğimde sevgi; büyük, sonsuz, umutlu,
çekip gideceğim, çingene gibi, başıboş
doğada, -bir kadınla birlikte gibi mutlu..


Rimbaud / 20 nisan 1870 

4


...

ormanda bir kuş var, cıvıltısı durdurur sizi, allaştırır yüzünüzü.
bir saat var çalmayan.
bir su birikintisi var beyaz hayvanların yuva yaptığı.
inen bir kilise ve çıkan bir göl var.
küçük bir fayton var ormanda terk edilmiş ya da, kordelalarla süslü, inen doludizgin keçiyolunu.
giysili küçük tiyatrocular var, ormanın kıyısındaki yolda.
ve aç ve susuz olduğunuz an, biri var sizi avlayan...


Rimboud..


7 Temmuz 2014 Pazartesi

3

dehşete düşüren sıcaklar..
sıcak havanın o yapışyapışlığından mı acaba, yazın insanların mevcutlarından daha kötü olduklarını düşünüyorum. sadece düşünmek de değil aslında, evet tam anlamıyla hissettiğim bu. yazın insanlar daha kötü, daha bencil, daha çirkin..

***

öteki rüzgar'ı da bitirdim. şimdi ne yapacağımı çok bilmiyorum. J.J. ye dönüş yapıp araya diğerini sıkıştırabilirim (atalarımız).
dün biraz Giacomo Joyce'a baktım. isminin italyancasıymış bu. yasak bir aşk hikayesini anlatıyor sanırım. aslında basım amaçlı yazılmış bir metin değil (nasıl olabilir ki zaten) hatta sanıyorum büyük sayfalara karalanmış ama J.J.'nin becerisi mi, editörün vergisi mi anlaşılmayan bir bütünlükle sunulmuş. aslı karalama, özü metin olan "şey". çok tanımlayamadım. aslında tanımlayabilirim ama fiziki ortam sıkıştırıyor beni. rahat değilim ama yazmaktan başka kurtuluşum yoktu.

J.J'yi bir kenara bırakabilirim şu anda. şimdilik.

***

kendi lokasyonum dışında olduğum zamanlar, o sevmediğim şapşallığım üstüme yağıveriyor. yağmakla yetinmeyip yapışıyor. sıcak ya, sıcağın yapışkanlığıyla birleştiğinden sanıyorum, hiç çekilir bir durum değil. mesela, susadım, kalkıp su almak için yaklaşık 15 adım atıp sebile yürümem gerekiyor. tam 1 saattir boğazım kuruduğu için yutkunmakta güçlük çekiyorum. kalkamadım. sanki ben sandalyemden kalktığımda, şu kattaki tüm kafalar bana dönüp adımlarımı izleyecekler. hiç etrafıma bakmıyorum, yürürken kör bir tavuk gibi boşluğa ya da yere kilitliyorum gözlerimi. kimseyle göz göze gelmemek için yapıyorum bunu evet. korkmuyorum aslında, utanıyorum. niye sürekli utanıyorum ben?
"başkasının yerine utanmak" diye bir şey var, onu da yapıyorum. hayatım utanarak mı geçecek, ne korkutucu?
o kadar değil.

***

su aldım. soğuk ve güzel.

***

şirkete yakın bir alışveriş merkezi var. çevre trafiğinin tam olarak amına koyduğu söylenebilir.. ilk inşaatın başladığı zaman, bu bölgede AVM açlığı olduğunu söylemişti bir arkadaşım. AVM bir canavar. uzun bir kuyruğu var. renkli. bir ejderha gibi kehribar rengi gözleri yahut altın/bakır karışımı pulları yok. buna karşın üzerinde binlerce volt elektrikle çalışan ışıklı tabelaları var. yerleştiği bölgede çevre tahribatı büyük. "AVM manzaralı kiralık/satılık konut"çu bakteriler tarafından etrafı sarılıyor. canavar araziye yerleştiğinde, mülklerinin değer kazanacağını bilen başka bakteri çeşitleriyle entegre çalışıyorlar. "AVM manzaralı konutçugiller" tarafından besleniyorlar. sonra yollar yapılıyor, şehir AVM'ye uyduruluyor AVM şehre değil. elbette olması gereken bu, zira bir canavar, her koşulda kendini müdafaadan ve varlığının devamından sorumludur.
biraz önce canavarın içine girdik. her canavarın ortak özelliği uğultudur. uğulduyor. o kadar çok uğultu duyuyorsun ki, bir süre sonra uğultunun bir parçası olduğunu fark ediyorsun. sonra canavarın bir uzvu olduğunu, sonra, aslında canavarın tam da kendin olduğunu..
lokasyon için denebilir ki, canavar bir lütuf.

uğultu için?

14 Haziran 2014 Cumartesi

2

ne güzel bir şiirdir, "Sevgilerde" ...


Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.

Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.

Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vaktiniz olmadı.

Behçet NECATİGİL

29 Mayıs 2014 Perşembe

1

Yazmamak konusunda öylesine kararlıydım ki aslında.. yazacak bir şey kalmadı, söylenecek her söz söylendi, anlatılacak bir hikayemiz yok..
Ursula K. Le. Guin, En Uzak Sahil’de, ölümsüzlüğü ararken aklını kaybeden, tüm varlıklarını, ve hatta kendilerini var eden isimlerini dahi feda eden insanları anlatmıştı. Geri dönüşü olmayan dehlizlerde, vadilerde, deniz ile kara arası, ne deniz ne kara gerçekliğine sahip öte dünyadaki düşmanla savaşıyordu Ged. Savaşın bir bedeli olacaktı. Doğuştan sahip olduğu tüm büyü gücünü kaybetmek pahasına düşmanın peşini bırakmamıştı kahramanımız. Kendi karanlığı tarafından yutulan Kuğu, aslında tüm kaybedilen savaşların bedelleriyle sonsuzluğa sahip olduğunu söylemişti ona. “Yıldızlı gökyüzünün ardında” , kendi imparatorluğunu kuracak, yaşam ile ölüm arasındaki kayıp zamana hükmedecekti.
Okurken, vaat edilen toprakların ayaklarımızı, bileklerimizi, etimizi kesen kayalarına çarptığımı hissetmiştim. 
Bir ölümsüzlük, bir sonsuzluk sıkıntısı. Niye ?
Ged, Selidor’da  savaşı kazanmış, Kuğu’yu gerçek sonsuzluğuna kavuşturmuştu. Kalessin’in sırtında Çorak Topraklar’ı terk ederken artık bir büyücü değildi (bu bir bedeldi...)
Kuğu’nun açtığı ve sonrasında kendini yuttuğu delik kapanmıştı.
Aslında tüm gerçekliğimiz bu. Kendimizi yutan delikler açıyoruz. Kendimizi yutan deliklerde savaşıyoruz. Kendimizi yutan deliklere biat ediyoruz, tapınıyoruz.
Kendimizi, kendi öz varlığımızı kaybetmek pahasına o deliklere bırakıyoruz kendimizi. Savaş da orda, sulh da..
Yaşamla ölüm gibi…

garip...